21 Aralık 2012 Cuma

Karalama

Bazen bir şeye tamam dersin ve sihir başlar. Kötümü iyi mi bilmeden, tüm hayatın o tamam üzerine kurulur. Her şey yarım, ama sözler tamam.







Fotoğraflar; Nuri Bilge Ceylan
 



















17 Aralık 2012 Pazartesi

Yurt Yaşantısı

6 metrekare içinde barınan, dört yaşam var burada. Ayakkabıları, şampuanları, temiz ve kirli çamaşırları, terlikleri, kitapları, ıslak havluları, tuvalet kağıtları ve daha bir çok detayla beraber. Bunun bir parçası olmak için can attığım yılları hatırlıyorum da... Acaba gerçekten istemeli miymişim tekrar düşünüyorum. Sadece bu ayrıntılar ve daha fazlası içinde sürdürmeye çalıştığım hayat için değil elbette. Hayalini kurduğum okul, dünya için. Konuyu buraya getirmek değildi esasen amacım.

Sadece farklı hayatlarla bu kadar iç içe yaşarken, motivasyonumu üst düzeyde tutma çabamı anlatmak istedim bir nebze. Oda da 4 kişiyiz. Herkes 4. sınıf.



Process konusunda her gün zorlandığı için (gerçekten zorlandığı şey yaşamak aslında) ağlayan gıda mühendisi adayımız, dünya algısı bana en uzak olan; ilgisinin çoğunu başkalarının ne yaptığı, ne giydiğini anlamak ve bolca makyaj yapmak olan bir kimyager adayımız, etrafına hep gülen gözlerle bakan, çocuklardan aldığı enerjisini (ben böyle düşünüyorum) her zaman bize yansıtan bir okul öncesi eğitmeni adayımız ve benden oluşmakta. Günlük koşturman bitip de sonunda dinlenmek, kendine vakit ayırmak için geldiğin odanda her daim ağlayan birilerini bulmak artık gün itibari ile sinirlerimi laçka etti. Durumum buraya gelince iç dökmek şart oldu.

Çevresindekilerin hayatlarının zorluklarını görmemesi ya da en önemlisi farklı yerden bakmayı denememesi işini oldukça zorluyor. Dinleyici görevim mevcut lakin benimki de sinir.
Ağlamak durumuna yüklediğim anlamı alt üst edip  zırlak tabirini beynime yüklüyor adeta. Asla küstah olduğumu, sıkıntısıyla dalga geçtiğimi düşünmeyin durum sanıldığından fazlasıyla sığ çünkü. Üniversite, hocalar, sınavlar, sorular, yok o onu geçirmemiş de bir şeyler de bir şeyler. Bu sırada kaçırılan kocaman kocaman hayatlar. Hayatı yakalamak adı altında gerçekleşiyor olması da bence giydirilebilecek en güzel kılıflardan.

Böyle böyle geçmekte yurtta günler. Benin neler yaşadığım, nerelere koşturduğum konusuna değinmekse çok saçma geldi. Beden yorgunluğumun mevcudiyeti, ruhumun istekleriyle birleşince işim biraz karışıyor. Neyse ki baş edilemez değiller. Yeter ki gücümüze güç katan etrafımızdaki sıcacık gülümseyenler hiç yitmesin.

Sevgiler...

7 Aralık 2012 Cuma

Şefkat

Söylerken üzerinde durduğumuz "f" harfinden midir, yoksa başka bir şeyden mi bilmem ama sizinde içinize işleyen bir şeyler yok mu bu sözcükte? 


Benim aklıma her zaman ilk gelen şey bebeğini emziren bir anne görüntüsü oluyor.İçime işliyor nedense bu olay.  Pek klişe gelebilir, gerçi bu kadın olmamdan kaynaklı bir sahne de olabilir ama görüntü kim ne derse desin eşsiz, mucizevidir.




Konuyla ilgili Ekşi Sözlükte dolaşırken bir kaç tane girdiyi sizlerle paylaşmak istedim.

Bakın neler demişler;

*bardaki sarışın kadın...
*bir miras olarak yalın bir duygu. kendine kendine kaybolabilen sevmek duygusunun acılı hali.
*yüreğinizi açma edimidir
*en yalın duygu. beklentisiz, anlık gelişen ama samimiyet kokan.
*annemin adıdır.
*hiçbir şeyden korkmam bundan korktuğum kadar. tuhaf bir çaresizlik yükler üstüme.
*yavruağzıdır.


Sizin şefkatten anladığınız nedir? Biraz düşünelim, hep böyle dokunalım her şeye..

Sevgiyle..




9 Kasım 2012 Cuma

Bazen Hata Yaparsın

Kütüphanecinin, kütüphanede fısıldayan gençlere avazı çıktığı kadar bağırması gibiydi yaptığım yanlışlar. Bir başka yanlışı örtmeye çalışırken bağıra bağıra yenisini yapıyordum bu defa. En kötü olanıysa; ben doğru olanı yapıyorum vücut dilini kullanıp, egomu tavana sıçratıp, ben doğru yapıyorum diye düşünerek.

Çevreden görenlerinse şöyle bir bakıp cık cık çekerek ders çalışmaya devam etmeleri bu duruşumla yanıma kimseyi yaklaştırmamamdan kaynaklıydı belli ki. Sessizce hayata devam edenlerin insanların yanında ben bağıra bağıra hata yapıyordum. En fazla sessiz kalmam gereken yerde, sessizliğin içinde inleyen sesimle herkesi rahatsız ederek.





Şimdi bu yanlışı kütüphanede ders çalışırken fark etmemse oldukça ironik. Hayatın güzel bir yanı gibi görmemse içimden atamadığım iyimserlik (bazen salaklığa dönüşür) durumundan gösteriyor kendini.

En güzel kıyafetlerini gösterdiğin insanlar, seni çırılçıplak bırakmak isterken sen üzerinde kalan son sağlam gömleğinle mağrur yoluna devam ediyorsun. Kış geldi ya bu günlerde, elbet üşürsün. Yağmurlu bir memlekette yaşıyorsan, belki içine akan yağmurla derinden daha da üşürsün.

Kullanılırsın, atılırsın. Kirletenlerin hep kirli kalacakları zamanda, sen her yağmurda, her dost omzunda temizlenirsin...


Bu sefer dilekler içte kalsın...
Hep dilediğimiz; Sevgilere, Berraklığa, Samimiyete, İçtenliğe ve tabii ki İnsanlığa...


Gizem.

1 Kasım 2012 Perşembe

Döl Yorgunu




Beni sevme sakın 
Ateşleri sev kıtlıkları sev, yoksullukları sev 
Beni sevme sakın. 

Yoluma yatmıyor mu her sabah bu bakkal sabahları 
böyle edepsiz. 
Hızıma düşmüyor mu bu kumsal öğle sonları 
kesiliyorum! 
Ben seni biliyorum çok eskilerden - sen varsın 
Zinciri it seslerinden liman denizlerinden 
Sokaklarda ezik gül ağrıları. 

Beni sevme sakın 
Beni katma ekmeğine beni bölme uykularında beni azaltma. 
Döl yorgunu dallar mısın seni sevdikçe tükeniyorum. 
Başka dur başka söyle başka sevil ama hiç bitme. 
Sulara bak göçüp giden kuşlara bak son gülü kopar ağlama. 
Bu ışıklar kalsın orada beni bırak sen çek git.
Büyüt beni etlerinde ağrın gibi türkülere dök.
Bir karanfil tütsün uzaklarda ellerin değsin değmesin. 

Beni sevme sakın. 
Ateşleri sev, kıtlıkları sev, yoksullukları sev. 
Beni sevme sakın. 
Beni hiç sevme 
Bu belki yok olduğumuz 
Bu belki bensizliğin 
Belki.



Hasan Hüseyin Korkmazgil.

4 Ekim 2012 Perşembe

YAŞASIN SAVAŞIYORUZ !



Sonunda olan oldu. Hormon yiyenler yani; üç boyutun ötesindeki çizimleriyle ünlenen ( Ne demekse,ben anlayamıyorum. O şehrin yabancısıyım. Sadece gece uçakla geçerken şöyle bir bakmıştım nitekim) Picasso'nun tablolarına benzemeye başlayan gıdalarla özdeşleşenler. İşsizlikten, açlıktan kıvrım kıvrım kıvrananlar. Hastahaneleri-eczaneleri, hapishaneleri-işkence haneleri, karhaneleri bir doldurup, bir boşaltanlar. A' dan başlayıp her türlü harf bileşkenler için dakika başı imtihana çekilenler. Bu imtihanlarda başarı göstermek için bilmem kaç bin liralarla kafalarına çivi kaktırtanlar. Küçülen cepler. Hanımın hesabı benden diyenler. Ekmek derdine koşuştururken böbrek taşlarını düşürenler. İki nefes arası baharı yazı görmeyenler, yetip bitiremeyenler. Gözlerinin feri gibi umutları sönenler. Her nefeste kanları, canları, emekleri gelmiş geçmişleri hortumlananlar. Üzerinde yaşadıkları miri toprakların yeraltı, yerüstü her türlü kaynakların ve yan ürünlerinin kendilerinden habersiz kimlerin ne zaman kime pazarlandığından bi haber olanlar. Paralarının bir gecede değerini kaybedip buharlaştırılanlar. İş kazalarında sakat kalanlar. İtelenip kakalılanlar. İmtiyazsız sınıfsız bir kitle olanlar. Yaşasın Savaşa gidiyoruz.





Şimdi sırada ikili, üçlü bilmem kaçlı gizli anlaşmaların ihlalleri var. Haberler flas patlatıyor. Önce anlatıcıların gözlerinde sonra gergin yüz ve kaşlarında. Gömleğe göre kravat, kravata göre cep mendili ona uygun saat kordonu. Kavunun içi, cehennem yeşili (kim o yeşili görüp anlattıysa!). Bel kemerleri, ayakkabılar görünmüyor. Onlarda uygundur nitekim. Hani ortak düşmanımız ellerine geçse eğitim zayiatını düşünmeden ha gayret, ya bismillah diye düşmanın üzerine konuşlandırılmış tam teçhizatıyla atlayıverecekler.

Hafif silahlar, ağır silahlar... Savaş-Silah sanayicileri ellerini ovuşturuyor. Naklen saldırı. Hiç bir karesi atlanılmadan her köşeden çekilmiş. Teknik denilen bu zıkkımın da hikmetinden sual edilmiyor. Kimin elindeyse görüntü onun. Kurgulanmış oyun. Halatlardan kayanlar. Eğlencesine adam vuranlar, karşı koyanlar. Film değil. Hayatın ta kendisi. Kanlar boya değil gerçek. Kriz bu, bu, bu resmen skandal.

Neyse ki sonunda ölü ve yaralılarımızı alabildik. KRİZ AŞILDI Sayın seyirciler. Şimdi reklamlar ya da 15 dakika çay ve ihtiyaç molası. Kafaların, yüreklerin, emekçilerin içine edilmesi de siz sayın ağzı açık seyreden müşterilerimize şirketten. Yeni haberlerde buluşmak üzere. Hepinize iyi geceler. 

Gel de uyu. Yatabilirsen yat. İnsansan lokma boğazında ayva tortusu misali tıkanmadan yut. Neler olup bittiğini sen anlıyormuşsun da çoluk çocuğundan saklıyormuşsun gibi büyüklük tasla. 

Kriz aşılmadı, şimdilik donduruldu. Yok rafa kaldırıldı. İleride çocuklarımıza çeyiz olarak saklanıldı. Üzeri örtüldü. Siz sayın savaş sömürgenleri, heveslenmeyin savaşmıyoruz..Sen öyle san. Mutlu sabahlar. 

Sevgiler dileyemiyorum.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Yorgunlar




Geçenlerde Ankara'nın en güzel mekanlarından Dost Kitapevi'nde dolaşırken bu kitaba rastladım. Biraz kurcaladıktan sonra içindeki yolculuğu merak edip edindim. Yorgunlar, 1954-1958 yılları arasında yazılmış sekiz öykünün yer aldığı bir kitap. Kitabın ilk öyküsü ise 1954 yılında dokuz yaşındaki bir yazarın kaleminden çıkmış. 50 li kuşağın edebi ruhunu yansıttığı düşünülen bir kitap. Erdal ÖZ Yorgunları o yıllardan sonra bir daha yayımlamamış ama kitaptaki kimi öyküleri değişiklerle yeni kitaplarına taşımış.






Kısa ama yoğun yolculukları sevenler için tarifi zor bir yolculuk. Erdal ÖZ'ün kalemini ise tartışmak kuşkusuz yakışıksız bir durum. Derinlerde yaşayıp, bize sunduklarıyla gönüle işleyen ÖZ gittiği tarifsiz yerlerden hala yüreğimize dokunuyorsa, elbette sevilmeyi, yüceltilmeyi hak eden ender kişiliklerden.


Kitaptan mini cümlecikler ya da uzun paragraflar yazmayacağım. Bir öyküden yazsam diğeri küsecekmiş sanki. İyisi mi edinip okumak...





Sevgilerle kalın, tarifi zor güzelliklerle...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Diyalog








Emma Peel: Şuna bakar mısın? Ne kadar tatlı...

Karşıdaki Adam: Evet... yani... tatlı...

Emma Peel: Sevgisizliğin yüzünden okunuyor.

Karşıdaki Adam: Sevgisizlik değil benimki. Kediyle yaşadığın şu ilişkiyi inandırıcı bulmuyorum. İlkel bir hayvan sonuçta. Onun üstünde çeşitli duygularını tatmin ediyorsun: Dokunmak, sahip olmak, gülmek, sevmek, beslemek, annelik yapmak... ne bileyim işte... tek derdin kendini tamamlamak.

Emma Peel: Ne güzel söyledin. Kendimi tamamlıyorum.

Karşıdaki Adam: Dediğime geldin yani...

Emma Peel: Gelmek ne kelime? Ben çoktan geçtim orayı... Öylesine eksik ki insan dediğin, tamamlanması lazım bir adım daha atabilmek için, ayakta kalabilmek için. Öylesine özgüvenli, ödünsüz ve gerçek ki şu kucağımdaki kedi, nefret denizinde boğulmamam için her an can simidi atıyor bana. Ve öylesine ikiyüzlüsün ki, sevimli buluyor gibi yapman bile tiksindiriyor beni.

Karşıdaki Adam: İnanıyor musun bu dediklerine?

Emma Peel: Kendi sözlerime bile bu kediden daha çok inanmıyorum.

Karşıdaki Adam: Tuhaflaştın yine... Adı ne bunun?

Emma Peel: Sence? Sence adı ne olabilir?



Yekta Kopan'ın dünyasına sonsuz teşekkürle...


23 Ağustos 2012 Perşembe

"Biliyor musun, herkes bir boş yeri aydınlatıyor"



Acaba yazılanlar hep aynı kadına olduğu için midir? yoksa başka bir sızı barındırır mı bilmem ama hem Turgut Uyar'dan, hem Cemal Süreya'dan bir şeyler bulabilmek güzeldir. Onlar kendi sevdalarında, bizler kendi sevdalarımızda yanıp kavrulurken içimizi serinletecek bir şeyler ararken bulamamak bundandır. Aşktan. 

Tomris Uyar'la Turgut Uyar'ın evliliği, Tomris hanımın Cemal Süreya ile kötü giden evlilikleri sırasında birbirlerine yolladıkları mektuplar sonrasında olmuş. 

-Hayat hep Cemal Süreya’ya vurmuş zaten.
-Hadi ya başka nolmuş?
-Bir de y’sini kaybetmiş işte.

Bu konuda ne eleştiri ne de yorum yapabiliyorum nedense. Öyle duruyor işte orada, sadece beslenebiliyorum o kadar. 

Kitap kapağında yazan küçük sözlerde saklı sanki her şey;

"Biliyor musun, herkes bir boş yeri aydınlatıyor."


Sevgilerle...

16 Ağustos 2012 Perşembe

Fatma'nın Eli





Zücaciye, el sanatları, işleme, gümüş sanatları vb.  pek çok alanda gördüğümüz bu figürün adı Fatma'nın eli.

Bahsedilen Fatma ise Hz. Muhammed'in  "vücudumun bir parçası, gözümün nuru; kalbim ve vicdanım" dediği soyunu devam ettiren kızı Fatma.

Fatma ana benim kültürümde her zaman yoldaş edilen, komşu eylenen, sabrından dilenen, bereketi sofralara istenen, yaren, eş, dost, güzelliktir. Evlerimizde bir şekilde  bulunan bu figürün artık çok fazla alanda kullanıldığını görünce bu konuda bir şeyler karalamak istedim. 



















Fatma'nın elinin evlere bereket, şans, sabır gibi erdemlerin getirildiğine inanılır. Öyle ki bu inancın bir hikayesi bile var. 

Hz. Muhammed'in kızı Fatma, kocası Hz. Ali'yi genç ve güzel bir odalıkla görünce o sırada pişirmekte olduğu helvaya şaşkınlıkla elini daldırır ve karıştırmaya başlar. Kocası durumu fark edince Fatma'nın elini tencereden çıkartır ve elinde hiç bir yanık olmadığı görülür!

Hz. Fatma salt dinsel boyutta değil, mitolojik bir efsane olarak Anadolu'dan Hİndistan'a kadar uzanır. 





Mersin yöresi Tahtacı Türkmenleri arasında doğum esnasında ebenin işe "Benim elim değil, Fatma Ana'nın eli" diyerek başladığını, doğum yapacak kadının karnını eliyle ovup doğumu gerçekleştirmeye çalıştığı biliniyor.






Fatma'nın Eli'ndeki 5 parmağın, sülalenin 5 üyesi, Hz. Muhammed, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i sembolize ettiğini belirtiyor. 





Yaşamsal ve mucizevi boyutlarda pek çok 
güzellik ve erdemle dolu olan Fatma, Hz. Ayşe'nin anlattığı üzere  "Resulullah'a Fatıma'yı sanki bal şerbeti içer gibi öylesine öpmesinin sebebini sordum. Bana 'Beni miraca götürdükleri gece Cebrail beni cennetin içine götürdü ve bana bir elma verdi. Onu yedim. Ne zaman o elmayı özlesem Fatma'yı öpüp, cennetin kokusunu ondan alıyorum. O benim kalbim, ruhum ve vicdanımdır. Her kim onu üzerse beni, her kim beni üzerse Allah'ı üzmüştür". demiştir.





Fatma Ana yoldaşınız olsun... Sevgilerle...







6 Ağustos 2012 Pazartesi

Herkes Çocuk Sever




Çocuklara yönelik cinsel istismar suçuna fanteziler ve sapkınlıklar boyutunda her gün bir yenisi eklenirken, bu konudaki bilince ne denli sahibiz bunun üzerine biraz düşünelim istedim. Dün okuduğum bir yazıda Türkiye'nin iğrenç bir yüzüyle daha karşı karşıya kaldım. Rapor Türkiye'de sadece ilk 6 ayda basında yer alabilen çocuğa yönelik cinsel istismar suçlarını içermekte. İlk 6 ayda toplamda 58 haber yer almış basında. Tabi ki bu olayın sadece basına yansıyan yüzü. Bu demek oluyor ki bizler her ay toplamda 10 vaka okumuşuz. Okumuşuz ama ne yapmışız? Kınamışız, cık cık çekmişiz, küfretmişiz, belki bir sosyal yapının basın açıklamasına katılıp protesto edebilmişiz. Peki sorunun ne denli kaynağına inmişiz. 


Sorun kaynağı üzerine pek çok sosyolojik çalışmalar, değerlendirmeler okuduk elbetteki. Bu çalışmaların sonucunda varılan yer ise daha içler acısı halde. İnsanların artık bunu bir suç olarak görmediği, hatta bu istismarın bizzat çocuğun yakın çevresinden, hatta onu korumakla yükümlü makamlardan geldiği sonucu var. Ensest ilişkiler bu konuda başı çekmekte. Peki bizlere ne oluyor da 10 yaşındaki bir kız çocuğunun dayısı amcası, abisi, babası bu kıza cinsel bir yakınlık hissedebiliyor.




 Bu konun, bu hissiyatın asla eğitimle-eğitimsizlikle alakalı olduğu kanaatinde değilim, öyle olsa okuduğumuz yurt müdürlerinin, öğretmenlerin, doktorların, taciz haberlerinin hiç biri olmamalıydı. Bu konuda araştırmalar sürerken toplumun verdiği tepki ise inanılmayacak cinsten. Bakın toplum ne diyor bunun için; "Eğer zor kullanma ve şiddet yoksa, bir duygusal bağ ve hatta evlenme niyeti var ise, bir yetişkinin, bir kız çocuğunu cinsel partner olarak görmesinde bir tuhaflık görülmüyor." 




Öğretmenlerin 9 yaşındaki öğrencileri ile cinsel ilişkilerini kendi rızası ile şeklinde açıklarken burada da bir tuhaflık görülmüyor olması esas tuhafın anlamıyla yüzleştiriyor sanırım. Çocuğun cinsel istismarına çanak tutan, bir yetişkin ile çocuğun evlenmesini normal karşılayan kültürel yapı ile yaşan bir toplumda bu konuyla mücadele ise gittikçe zorlaşmakta. Bu iğrençliklere kirlenen küçük bedenler yok oldukça, bizlerin bilinci söz konusu olacak diye düşünüyorum. Peki bunun azami miktarı nedir? Daha kaç kız çocuğu bu olaya maruz kalıyor ve kalacaktır? Vicdani rahatlıkla uyuyabilmemiz ne acı...
 

31 Temmuz 2012 Salı

Okurken

"Yaşamak ilerlemek olamaz, ama geride bırakmak olabilir."

İşte kitaptan bir cümle... Yine okumaya kıyamadığım bir kitapla baş başayken, her gün bitecek diye tedirginlikle minik bir parçasını okuduğum kitabım Barış Bıçakçı'ya ait. adı ise;


Sinek Isırıklarının Müellifi.


Almaya bile kıyamadığım kitabım kanat takıp önüme sunuluverdi. Güzelce, tüm zarafetiyle  ellerimin arasında yerini aldı. 


Kitap benim çocukluğumun geçtiği ve hala evimin bulunduğu Eryaman'da geçince haliyle benim için çok daha yaşanılası oldu. Geçen tüm yaşantılara, elli dört metrekareye, banyo akıntılarına, yerde olanca kalitesizliğiyle serili olan halıflekse, meraklı komşu bakışlarına, birbirinin hayatından uzak durmaya çalışırken aslında ne kadar dip dibe olduğuna, iş merkezlerinde tamir ettirilen saatlere, kısacası toplu konut hayatına.









Kitabı tanıtma işini sanırım en iyi kitaptan cümleler yapabilir. Bu noktada ise sizi beğendiğim bir kaç yerle buluşturmak istiyorum.




“Cemil’in bütün gün evde ruhsal söküklerle uğraştığını da biliyordu Nazlı. Ev iplik parçalarıyla, kırpıklarla dolu oluyordu, iki ucu bir araya getirilememiş hatıralarla ve partal fikirlerle. Yaşamak bu küçük evde de eksik kalıyordu; elli dört metrekare içinde Cemil’in yetişemediği, tamamlayamadığı şeyler vardı. Sessizlikler vardı. Hissettiği şeyi tam o anda kimseye söyleyememiş Cemil’in kuytuya köşeye bıraktığı sessizlikler, yutkunmalar ve toz.”








Yazdığı kitabı İstanbul' da bir yayın evine götüren Cemil'in, yayın evi müdürüyle konuşurken yaşadığı içsel konuşmalarından biri. Çok da güzel bir anekdot aslında. Her zaman dile gelen İstanbul-Ankara kıyaslarına güzel bir bakış açısı olmuş.



“İstanbullular bir Ankaralıyla konuşurken sürekli gülümsüyor. Sanki az önce gülünç, çocukça bir şey söylemişsiniz ya da yapmışsınız gibi şaşkın ama bağışlamaya hazır bir edayla gözlerinizin içine bakıp gülümsüyorlar. Siz de tedirgin oluyorsunuz, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz, kaşınmadığı halde yanağınızı kaşıyorsunuz.”




Bu hissi çok iyi bilenlerden biriyim. İstanbul da bunu sıkça yaşadım. Hatırladıkça güldüren hoş anılar. Tabi için de olanca İstanbul yavşaklığı barındırmakta.




Yine yapılan güzel tespitlerden biri içinde bulunduğumuz küçük burjuvaya güzel göndermeler. Buyurun;



"...elbette biz küçük burjuvaların yalnızca tadını çıkardığımız lükslerimiz yok, bazı çilelerimiz de var: hayatı ve insanları anlamak, her fırsatta ölüm üzerine düşünmek, küçük şeylerde ille de büyük ve asli şeylerin izlerini aramak, genelleme yapmak, zevklerimizi inceltmek ve suçluluk duymak gibi çileler.


... bir yandan suçluluk duygusuyla havuzumuzda eşelenirken bir yandan da gerçek dünyanın dev bir yumruk olarak art arda üzerimize inmesini, kurduğumuz her şeyi tuzla buz etmesini bekliyor, hatta istiyoruz.

... gerçeğin böyle bir yumruk gibi üzerine inmesini beklerken insanın hiçbir şeye inancı tam ve daim olmuyor. güzele, iyiye, edebiyata, kitapların dünyasına, hiçbir şeye..."




Bu anekdotlar üzerine bize söyleyecek hiç bir lafın kalmaması acı bir gülümsemeyle yüzünüzde şekillenebilir. Burada sizi içsel yolculuğunuzla baş başa bırakmak en doğrusu sanırım.




Kitap böylece akıp giderken pek çok alanda bize öğreticiliğini sunmakta. Daha fazla anlatıp kitabı bitirmek istemiyorum elbette. Edinip okumanızı bir tavsiye olarak değerlendirmeniz güzelliklerle buluşmanızı dilemekteyim. 


"Cemil, genç Cemil'in elinde silah olup olmadığına bakmıştı. Çünkü yıllar önce okuduğu Rene Char'ın seçme şiirleri'nin önsözünde geçen şu cümleyi unutamıyordu; "kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz."




ve son olarak...


“Her şey çok anlamsız! hayat, kendi kendilerini kopyalayan dev moleküllerden başka bir şey değil. Hayat dediğimiz sadece kimyadan ibaret. Periyodik tabloyu ezberlesek yeter. Evrendeki en bol iki elementin, hidrojen ile helyumun, aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? anlam ağırdır… dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar.”


Sevgilerle.







25 Temmuz 2012 Çarşamba

Yeni Keşifler

Nuri Bilge Ceylan hayranlığımı yakınımdakiler çok iyi bilir. Tüm filmlerini izlediğim pek az yönetmen vardır. Onlardan en hayranlık duyduklarımdan biri ise benim deyimimle Nurim Bilgem Ceylanım :)

Yaptığı işler, çektiği muhteşem fotoğraflar, filmleri, aldığı-almadığı ödüller, başarıları, adı, saygınlığı, duruşu pek takdire şayan. Kendisi ile ilgili araştırma yapıp, bir kaç bir şey okurken, ablası Emine Ceylan'ı keşfettim.

En az kardeşi kadar başarılı hayranlık uyandıran bir eğitimci Emine Ceylan. Yıldız Teknik Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi. Kaç gündür çektiği fotoğraflara bakmaktayım. Bir kaç tanesini de sizlerle paylaşmak istedim. 


Hani o pek çok şey anlatan her yerde bulunmaz kareler vardır ya, her baktığınız farklı bir detay yakaladığınız, İşte her biri öyle sanırım.

İyi seyirler...














































21 Temmuz 2012 Cumartesi

Başlıksız ama umutlu


Mart’tan beri bir şeyler karalamıyormuşum bloguma. Ya da karaladıklarımı yansıtmıyormuşum görüldüğü üzere. Aradan geçen dört koca ayda hayatımdaki, hayatınızdaki değişiklikleri gözetmemek tabi ki olmaz ya, biz yine her zaman ki olumluluğumuzla gülümseyip başımızı bir efendi selamıyla yana yatırıp hafif öne eğerek gözlerimizi kırparken bakarız karşımızdakinin gözlerinin içine tüm yaşam sevincimizi ona yansıtmaya çalışarak. 

İçimiz kan da ağlasa dertlerimiz, sıkıntılarımızı, hayat mücadelemiz ellerini boğazımızın üzerine olanca hırsıyla dayasa da bunu yapmak sanırım hem karşımızdakini hem de bizi bir nebze iyileştirir.

Çevremde hep yapmak istediklerinin yapamayan ve olanca umutsuzluğu ile diplere çöken insanların yüzlerine bakarken gördüğüm acıyı, paylaşamam elbette ki lakin yüzlerine dokunurken gözlerindeki ufacık bir parıltı bile can verir hayata. Bunu onlara göstermek ne güç iştir.  Bu ara bu güçlüklerle sıkça uğraşırken ruhumun sıkılmışlıklarına pek sıra gelmiyor.

Yaz gelmiş deniz tüm ışıltısıyla bize kendini bağışlarken Haydar Paşa’ya bakarken yazılan bu satırlar bile umutsuzluğun değil, umudun yanında olmak istiyor. Gözlerinizi daha iri açın. O vakit her yer Haydar Paşa güzelliğinde olmaz elbette ki ama yüreğinizin güzelliği her yeri Haydar Paşa yapar.



Sevgilerle kalın. Yüreğinizdeki masum sıcacık sevgilerle…

10 Mart 2012 Cumartesi

Filmmor






Bu ara ne seyretsem, ne yapsam diye düşünmeyin. Uluslar arası gezici filmmor kadın filmleri festivali
İstanbul'da..
Film Gösterim tarihleri 9 Mart-9 Nisan arasında İstanbul, Van, Hakkari ve Çanakkale de olacak...

Filmmor'un açılış cümlesi şöyle;

Hayat geçer. bir kadın görür. Bir film yapar.

Filmmor, kadınların sinema ve medyaya katılımını, bu alanda kendilerini ifade edebilmelerine olanak sağlıyor. Kadınlarla, kadınlar için, kadınlık hallerine dair filmler yapıyor.

Festival dün başladı. Ben, dünü ve bugünü kaçırmış olmanın üzüntüsüyle koşa koşa gittim geri kalan günler için uygun olduğum saate film seçip biletlerimi aldım :)

merak ettiğiniz detayları ise

www.filmmor.org adresinden edinebilirsiniz.. Haydi bakalım sinemaya..

9 Mart 2012 Cuma

Biz Barışa Karar verdik.Savaşın haklısını da haksızını da kabul etmiyoruz.

Kadın olduğunu anlamak 2-3 yaşlarına tekabül ediyor sanırım, o günden başlıyorsun ayağında bebeğini sallayıp, ona bakmaya. Annenin rujlarını tüm suratına yaymaya. Herkes annesinin rujunu dudağına yayabilecek kadar şanslı olmasa da.

Bugün kendim için, annem için, arkadaşlarım, teyzelerim, sokakta gördüklerim, yurt arkadaşlarım için söyleyeceğim pek çok şey var. Kadınlar adına, Türkiye'de kadın olmak adına söyleyeceğim pek çok şey. Hayatın içinde var olmaya çalışan kadın, insanlığından çok kadınlığı ile ön planda olan kadın. İnsan olarak değil kadın olarak algılanan kadın, her yörede erkeğin altında kalmış kadın. Evde kocasından dayak yiyen, sokakta tacize uğrayan henüz 11-12 yaşında evlendirilen kadın, okuma, birey olma hakkı elinden alınan, her gün daha da fazla köleleştirilen kadın. Birey olma, kendini aşma erdemine ulaşmış olana helal olsun değil kesin bir iş vardır bunda dediğiniz kadın. Birbirimize küfrederken annesini, kendisini bilmem ne yaptığınız kadın. İşçi kadın, emekçi, tarlada, fabrikada, çalışan kadın... 


Cümlelerimi toplarlamak gerçekten çok güç oldu benim için. Az önce Prof. Dr. Büşra Ersanlı' nın kaleminden Türkiye yazarlar sendikasının 8 Mart bildirisini okudum. Sanırım söylemek istediklerimi bu kadar güzel toparlayabilen bir yazı daha olamazdı. Bunu paylaşmak istiyorum.. 


Barışa, sevgilere, insanlıklara maruz kalın.. Sevgilerle...









Kadın ve erkek
Yine, yeniden düşünüyoruz…
Doğuran kadın, emziren kadın, pişiren kadın, paylaştıran kadın, toplayan temizleyen kadın, hasta bakan, yaşlı bakan kadın, her şeyi zamanında yetiştiren kadın, onaran koruyan kadın, evdeki kayıtsız gizli emek üstüne tarlada da gizli emek veren kadın, fabrikada, okulda, işyerinde düşük ücretle çalıştırılan kadın, biriktiren yine kadın ama
Karar veren erkek -Hükümet % 90 erkek
Meclis % 86 erkek
Yerel yönetimler % 98 erkek
Yönetici bürokrat % 99 erkek
Sermayeyi elde tutan % 99 erkek
Savaş çıkartan erkek, ordu erkek - % 100
Şiddete uğrayan kadın, taciz edilen kadın, tecavüze uğrayan kadın, öldürülen kadın… Bu saldırıların özel adları var: Namus, töre, kıskançlık, aşk… Aslında hepsi aynı, hepsi güçten, iktidardan uzak tutmaya çalışır kadını…
“İtaati kıranın belini kırmak”, en azından aşağılarda bir yerde tutmak, sindirmek… Bunların hepsi de güç karşısında sindirme eylemleri. “Gözünü patlatırım”, “kafanı kırarım”, “saçını yolarım”, “bacaklarını ayırırım”, “burnunu kırarım”. Bunlar burnundan kıl aldırmayanların eylemleri.
İstenen nedir?
- Kadın, kendini göstermesin!
- İktidar mücadelesi için, savaş için erkek çocuk yetiştirsin!
- Zekâsını kamu alanında kullanmasın!
- Yaratıcılığını eve, süse ve “kadınsı” faaliyetlerin dışına taşırmasın!
- Muhalefet etmesin!
- Güce, yani erkeğe, onun yarattığı geleneğe, onun adaletine, tek başına yaptığı yasaya itaat etsin!
- Mesleğinde erkeği geçmesin!
- Yaptığı işte itibar kazanmasın, kazanacak olursa derhal itibarsızlaştırılsın!
- Ne yaparsa yapsın, BİR ADIM GERİ DURSUN!
- Kadın erisin, tortu olsun! Erimeyenler cezasını bulsun. “Uslanmayan” cezaevine konsun!
- İktidar kavgalarının, sermayeden karin pazarlık rehineleri olsun!
Bilinçlenen kadınlar
Evde, işte ayrımcılığa uğrayan tüm Türkiyeli kadınlar; dilini devlet, zekâsını babası, ağabeyi, amcası yasaklamış Kürt kadınları; dünyada her alanda hâl kenara itilmeye çalışılan tüm kadınların kız kardeşleri Türkiye’de doğup büyümüş kadınlar, bilinçlendiler.
20-30 yıldır her geçen gün uzmanlaşan örgütleriyle toplantılara, konferanslara, derslere sokaklara çıkıyorlar, fabrikalarda tarlalarda çalışıyorlar. Siyasette yerlerini alıyorlar.
Biz kadınların düşmanı yok, tespiti var:
Cins baskısı, erkek iktidarları meşrulaştırmanın ilk ve en kuvvetli adımıdır. Çünkü en belirgin en yaygın fark cinsiyet farkıdır. En uzun yaşatılmış fark toplumsal cinsiyet farkıdır.
Başta insan hakları olmak üzere tüm hakların dışında tutulmaya çalışılan kadınlar, “İNSANOĞLU” kavramıyla yok sayılmıştır. Kadınlar, iktidar kavramının anlamını değiştirme mücadelesine çoktan başladılar. İktidar insani ortaklık olacak; diyaloga dayanan antimilitarist tutum iktidar olacak; diyalog üstünlüğü ile hukukun üstünlüğü belirlenecek.
Karar ve yetki alanlarını erkeklerle yarı yarıya paylaşacağız. Biz barışa karar verdik. Savaşın haklısını da haksızını da kabul etmiyoruz. Diyaloğa, yaşatmaya, paylaşmaya inanıyoruz.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hepimize, tüm kadınlara ve bizi destekleyen herkese kutlu olsun!